Tarih sayfalarını araladığımızda savaşları gördüğümüz gibi dostlukları da görebiliyoruz. İnsanoğlu olarak birbirimizden birçok şey öğrenmişiz ve öğrenmeye de devam ediyoruz. Savaşlarda, ticaret yaptığımızda; gördüğümüz bir yemek, ilgimizi çeken düşünce ya da daha önce hiç görmediğimiz bir ürünü öğrenip geliştirmişiz. Esir alınan ustalardan onların zanaatları öğrenişmişiz ve öğrendiğimiz bilgileri daha ileriye taşımışız. Bunlardan biri olan matbaa Türklerin sonradan görüp ülkesine getirdiği bir iletişim araçlarından sadece biridir.
Matbaanın kullanımı ve bizim topraklarımıza gelişi şu şekildedir:
- yüzyılda Çin’de tahta kalıplarla blok baskı veya krilografi adı verilen kitap baskısı gerçekleştirilmiştir. En erken örnekleri ise 8. ve 9. yüzyıla ait olan bu baskı çeşidi, bir metni ağaç kalıba, ters görüntü şeklinde kazıyarak, kalıp üzerinde boya veya mürekkebin gezdirilmesi suretiyle kağıda bastırılması şeklinde elde edilmiş, Kore, Japon ve Uygurlar tarafından da kullanılmıştır. Araplar ise 8. yüzyıl ortalarında Türkistan topraklarını fethettikleri dönemde, esirler arasında bulunan kağıt ustalarından bu sanatı öğrenmişler, Mısır’da 909-1171 yılları arasında hükmetmiş Fatımiler dönemine ait Kur’an baskıları gibi Endülüs yöneticisi Abdurrahman enNasr’ın (912-961) valilerine yolladığı emirnamelerin de aynı yöntemle basıldığı İbn el-Abar tarafından haber verilmiştir. Türkler ise kağıdı 650 yılından itibaren bilmiş, Selçuklularla İran’a aktarılan kağıt sanatı daha sonra Anadolu’ya da yayılmıştır. 1453 tarihinde Osmanlılara Bizans mirasına ortak olma şansı da kazandıran İstanbul’un fethi sayesinde Bizans’tan kalan kağıt üretim yerleri de işlerlik kazanmış ve teknikler geliştirilmiştir.
Osmanlı topraklarına matbaanın ilk olarak gelişi 1493 ya da 1503 şeklinde tarihlendirilmektedir. Bu tarih İspanya’dan sürülüp Osmanlı’ya sığınan Yahudi David ve Samuel Nahmias kardeşlerin Sultan II. Beyazıt’tan aldıkları izinle İstanbul’da ilk matbaayı açtıkları tarihti. Nahmias kardeşler matbaalarında ilk olarak Yaakov ben Asher’e ait (ö. 1340) Yahudi hukukuyla ilgili “Arbaa Turim” (Dört Merhale-Emir) adlı eseri yayımlamışlardı. Bu tarihten 1554 yılına kadar Yahudi girişimciler İstanbul’da üç Selanik’te bir, Edirne’de de bir tane olmak üzere beş matbaa açmış, imparatorluk sınırları içerisinde iki binden fazla kitap basımını gerçekleşmişlerdi.
Bunun dışında yoğurt, ayran gibi Türklere ait yiyecekler bizim kültürümüzden başka ülkelere gitmiş ve benimsenmiştir. Türkiye’de de tüketilen Danone’un hikayesi, 1912 yılında Selanik’ten İspanya’ya göç eden Carasso (Karasu) Ailesi’ne dayanıyor. Balkan Savaşları’nda Selanik düşünce, bir doktor olan İzak Karasu, eşi ve oğluyla birlikte İspanya’ya göç etti. Tam 420 yıl sonra ayrıldıkları topraklara geri dönen Karasu Ailesi Barselona’ya yerleşti. İzak Karasu, adını ’Isaac’, soyadını da ’Carasso’ olarak değiştirdi. Isaac Carasso, bir muayenehane açarak çalışmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında bağırsak enfeksiyonundan ölen çocuklara çare arayan Isaac Carosso, çocukluğunda Selanik’te tanıştığı yoğurdu hatırladı. Evinin bodrumunu mandıra yapan Isaac Carosso, 1919’da yoğurdu ilaç olarak geliştirip eczanelerde sattı.
Markaya da oğlunun ’Daniel’ olan isminin Katalanca’daki karşılığı ’Danon’ adını vermek isteyen Isaac Carasso, ancak o tarihte ’Danon’ markası tescil edilmiş olduğu için sonuna ’E’ harfini ekledi ve böylece dünyaca ünlü Danone markası doğdu.İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra 1942 yılında ABD’ye göç eden Daniel Carasso, bu ülkeyi de yoğurtla tanıştırdı.
Hep olumlu şeyler olmadı onun dışında savaşlar, yıkımlar da oldu.Batı’nın Haçlı seferlerinde yaptığı yıkımı başka hiçbir savaşta görmedik. Bütün kültürleri yerle bir ettiler. Bu Doğu ve Batı ayrımı aslında İslam ve Batı ayrımı olarak benimsendi. İslam, Doğu olarak nitelendirildi. Daha önce İslam’ı bilmeyen insanlara Doğu’nun yobaz olduğu söylendi ve insanların ne kadar düşüncesiz olduğu yalanı ortaya atıldı. O zamanlar Müslüman bilim insanlarının Avrupalı’lardan üstün olduğu apaçık ortadaydı. Bir Müslüman’da Doğu- Batı ayrımı yoktur. Müslüman düşünürler, felsefeciler dünyayı anlamlandırmak için Doğu- Batı kavramını kullanmadılar, dünyaya bir bütün olarak baktılar. Müslümanlar diğer dinlere, ırklara ve coğrafyalara karşı basmakalıp önyargılara ayrımcı bir tutum içine girmediler.
Bakara suresinde ‘doğu da Allah’ındır batı da.’ ayeti Müslümanların tüm dünyayı bir olarak ele almasını sağladı. Bu ayet Avrupalı düşünürlerin dikkatini çekti Goethe Doğu-Batı ayrımını belki bizlere hatırlatmak için bu ayeti iktibas ederek ünlü şiir kitabının ismini Doğu-Batı Divanı koymuştu.
Tıp biliminin öncüsü Müslümanlardır. Müslümanlar su sesiyle psikolojik rahatsızlığı olan insanları tedavi ederlerken Avrupalılar içine şeytan kaçtığı düşüncesiyle bu tür insanları diri diri yakıyorlardı.
Modern psikiatrinin büyük kurucularından psikiatr Dr. Kraft-Ebing şöyle der: “Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular.”
1788’de Türkiye’ye gelen Dr. John Heward, İstanbul’da yalnız akıl hastası kabul edip tedavi eden hastane olduğunu işitip hayretle gezdi. Dönüşünde yazdığı raporda, akıl hastanelerinin Türkiye’de eskiden daha iyi olduğunu, fakat bugün de İngiltere için “örnek ve takdire cidden değer” tıp müesseseleri şeklinde işlediğini belirtiyor.
Kısacası doğu ve batı bir makas misali birbirinden ayrılamayan iki ayrı uçtur. Dinleri, dilleri, düşünceleri birbirinden çok farklıdır ama birbirinden öğrendiği de çok şey vardır.
21.07.2022
02.06
Hatice Tül Kübra BİLİR