Tarık Tufan
‘Kimselere fark ettirmeden ölüyordum. Okuduğum kitaplar, dinlediğim şarkılar, fark ettirmeden yüzüne baktığım kadınlar, işe giderken bir poşetin içinde sardığım ekmek arası öğlen yemeği, mahalle camisinden yükselen ezan sesi, annemin su sesine benzer tespih şıkırtısı hayatta kalmama yetmiyordu.’ Diyor Tarık Tufan kitabının ilk sayfalarında…
Sevgili Okurum,
Bu ay ki temamız diğer yazılarımızdan da anladığın üzere KÜLTÜR. Evet belki de bu ay ki temayla bu kitabı nasıl bağdaştırdın kız diyeceksiniz. Olabilir belki azıcık ucundan hak veriyorumdur size. Ama kitabı okuduktan sonra bence sizde bana hak vereceksiniz. İstanbul’un o güzel ve birazcık da serseri sokaklarını, sonra o samimi mahalle kültürünü, o güzel komşulukları ve daha nicesini ne kadar güzel anlatmış yazar. İnan ki okurken yalnızca okumakla kalmadım kitabı adeta yaşadım. Sanki olayların yaşandığı o mahalleden bir köşeye sinmiş olanları sessizce izliyormuş gibiydim. Öyle akıcı, gerçekçi ve samimi bir kitaptı.
Çok kıymetli Tarık Tufan Beyefendi,
Kitabın 37. Sayfasında İnşirah Suresinin ayetlerine yer vermiş, buradan yola çıkarak bende de şu düşünceler beliriverdi. Genel olarak bir çoğumuz yani dinimiz ve inanışımız gereği ve aslında kültürümüz, örfümüz, adetlerimiz ve hatta yetiştirilme tarzımızdan ötürü, bir şeye sinirlendiğimizde, kızdığımızda, öfkelendiğimiz de ya da bir konuda çok üzüldüğümüz de evet önce söylenir dururuz fakat en sonunda hep döndüğümüz bir yön vardır, öfkemizi söndüren, yaramızı iyileştiren, hüznümüzü hafifleten ve asla karşı koyamayız bu şifaya. Yani aslında kişi ne yapmış olursa olsun ne yaşamış olursa olsun, şartsız koşulsuz derdinden sevince de razı oluruz. Yaradan da olduğunu biliriz.
İşte Tarık Tufan da ana karakteri yaşadığı onca kötü şeye rağmen yolunu Erkan abisiyle kesiştiriyor. Ve ‘Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.’ Müjdesini veren ayeti okurken buluveriyor kendini. Ne güzel bir buluşma ne hoş bir sohbet…
Böyle güzel sohbetlerin yanında birde bolca sevdalanan beyler var, ilk görüşte aşık olup ve o an da son nefesini verip oracıkta ölüveren beyler bunlar. Sevdiklerini kırmaktan korkan ya incitirsem diye yüzüne bile bakmaktan korkan beyler…
Sonra o güzel mahalleler bahsetmiştim ya azıcık serseri mahalleler diye, ee olaysız bir gün geçmiyor haliyle. Kavga, gürültü bitmiyor fakat öyle de güzel sahipleniyorlar birbirlerini o güzel ve samimi mahalleliler. Birinin başımı sıkıştı, borcu mu var, mahalleden evlenecek mi var hep bir elden koşa koşa yardım ediyorlar birbirine. İşte kültür bu değil mi zaten. Vallahi dibine kadar kültür işte. YARDIMSEVERLİK… Bizim milletimizin en güzel kültürü en güzel adeti vallahi… Tabii üzülerek söylüyorum şimdilerde azıcık nadir görülen bir kültür, söylemeden geçemeyeceğim.
O güzel âşık olunca ölen abilerden bahsettim ya bak nasıl güzel bir tasvir geçiyor kitapta…
‘İstanbul senin gözlerinden akmış gibi kapkara; sen şehir oluyorsun birdenbire, karanlık bir İstanbul, içinde kayboluyorum, bulursam kendimi vuracağım, ama karanlık, bulursam kendimi vuracağım, bir Ahmet Kaya şarkısı boşaltacağım beynime, kalbimi cami avlusuna terk edeceğim, ama kapkaranlık, penceren bakıyorum ve gece yarısı bir radyo istasyonundan taşan delilik gibi bırakıyorum kendimi şehre; senin karanlığına.
Senin gözlerini siler gibi dokunuyorum gökyüzüne.
“Beni Onlara Verme”
Ah birde bu yazımı yazarımızın günümüze yaptığı atıftan bahsetmeden bitiremeyeceğim.
‘Memleketimiz diyorum; memleketimizin farklı kesimleri, son zamanlarda, gerçekte ne kadar ortak bir geçmişten geldiklerini unutuyorlar.’ Diyor Tarık Tufan.
Hakikatten öyle değil mi yerimizi, yurdumuzu, nerden geldiğimizi, nasıl bir kültürde yetiştiğimizi, değerlerimizi hepsini bir çırpıda unutup nasılda yeni çağın bu değişik(!) düzenine alışmış ve asimile olmuş durumdayız değil mi?
Duam odur ki sevgili okur, kendimize çeki düzen verip değerlerimize, kültürümüze ve en önemlisi benliğimize sahip çıkalım olur mu?