Kapı Aralandı

Selma Oda tarafından tarihinde yayınlandı

Kapı yavaşça aralandı. Ansızın irkildi. Aydınlık, gözlerini kamaştırıyordu. Odayı kaplayan ışığı yok edebileceği yanılgısıyla ellerini gözlerinin önüne getirdi. Evet yok edemezdi ama bu sayede belki bir miktar aralayabilirdi gözlerini. Araladı. Heyecanla, merakla, korkuyla atmaya başlamıştı kalbi. Ortalık beyaza bulanık haldeyken attığı adımın nereye gideceğini nasıl bilebilirdi? Buna rağmen bir adım atmayı denedi- basacak bir zemin bulacağını zannederek-. Her şey o adımla başladı.

Gözleri açılıverdi, kalp atışları yavaşladı, boşluğun içinde kollarını iki yana açmış, esintiye kendini bırakmıştı. Yukarıdan aşağı doğru indikçe aydınlık azalıyor, renkler beliriyordu. Her yer yemyeşil ağaçlar, çiçekler ve böceklerle dolmuştu. Başta huzur veren bu görüntü az sonra dehşete kapılmasına sebep olacaktı. Uzaklaştı, uzaklaştı, uzaklaştı… Ya da uzaklaştığını zannetti. Uzaklaştıkça yakınlaştığını fark etti. Gökten uzaklaştığını zannederken göğe doğru salındığını fark etti. Her şey ters miydi? Ters yöne doğru düşüyordu. Uzaklaştıkça ağaçların kökleri havada kalıyor, gövdeleri netleşiyor ve sonunda tepeden bakıyordu hepsine. Evet tüm bu görsel şölen ayaklarının altında kalıyordu. Uzaklaştıkça güzelleşiyor, güzelleştikçe uzaklaşıyordu. Pembe, mavi, mor, sarı… Bildiği, bilmediği bütün renklerin içinde yüzdüğü bir orman denizindeydi. Evet bu bir denizdi. İşte o an fark etti ağzından çıkan baloncukları. Bu bir denizdi ama yüzmüyordu. Bu bir denizdi ama içinde orman vardı. Bu bir denizdi ama mavi değildi. Gök sandığı yer, yer sandığı göktü. Düşüyorum derken yükseliyor, uçuyorum zannederken yüzüyordu. Yeniden bir korku kapladı içini. Ama bu sefer her şeyi görebiliyordu. Yeryüzündeki -belki de gökteki- toprağı, yaprakları, dalların hışırtısını. Bir dakika. Dalların hışırtısını göremezdi. Dalların hışırtısı. Hayır bunu kendisi uydurmuştu. Duymuyordu. Peki ya koku? Kokladı, koklamaya çalıştı, zorladı. Koku da almıyordu. Ellerine baktı. Hiçbir şeye dokunamıyordu. Neler oluyordu böyle? Dehşetle sağa sola baktı. Her şey var ama hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey neydi? Hiçbir şey… Canlı değil miydi hiçbir şey? Yeniden adım attığı yere inmeye çalıştı. Ya da çıkmaya? Olmadı. Sanki bir ruh arıyordu denizde. Koklayabilen, duyabilen, dokunabilen, hissedebilen bir ruh… Bedenine dokunmaya çalıştı. Elini bedenine değdirdiği an elleri bir boşluğun içinde kayboluyordu. Gördükleri hiçbir anlam ifade etmiyordu. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, aldığı nefes… Hissedemedikçe varlıkları yokluğun delili gibiydi. Korkuyla çırpınıyor, dokunmak istiyor, hissetmek istiyor ama başaramadıkça dehşete kapılıyordu.

“Abi simit alır mısın?” İrkildi. Karşısında simit satan çocuğu görünce şaşkınlık ve rahatlamayla arkasına yaslandı. “Yok sağol.” Bir müddet giden çocuğu seyretti. Gökyüzü kızıla boyanırken tek başına oturduğu bankta denizin dalgalarına dalmıştı gözleri. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Gök kararıp aydınlığını yitirmeden hissetmek istedi: Rüzgarın tenine dokunuşunu, kuşların cıvıltısını, dalların hışırtısını, dalga seslerini, insanların yanından geçip gidişini… Hayat tüm varlığıyla kendini göstermişti. Yılgınlıkla oturup çaresizliği iliklerine kadar hissettiği bu banktan ayrılırken bu zamana kadar fark etmedikleriyle dolu olacaktı gönlü. Hiç görmek için bakmamıştı dünyaya. Yaşadıkça, yoruldukça silmişti tüm güzelleri. Hayat bir ızdırap denizi, o da bu denizde boğulmak zorunda gibiydi. Oysa hayat hayattı -hissettiği, gördüğü, duyduğu kadar-, deniz denizdi, ağaç ağaçtı. İki kere iki dört müydü? Kendisi de kendiydi. Garipti, varlığından ben diye bahsedemedi. Belki de hiç görmek için bakmamıştı yüzüne.

Kategoriler: Psikoloji

0 yorum

Bir cevap yazın

Avatar yer tutucu

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.